Okulumuz 1978 mezunlarından Ercan Akbay'ın "Akılçelen" isimli kitabı çıktı.
Sahnede orkestra çalıyor, müşteriler salonu dolduruyor, konsomatrisler en neşeli maskelerini takıp gözlerine kestirdikleri kerizlere gerdan kırıp cilve yapıyorlardı. Eski kulağı kesiklerden fırça saçlı Hurşit, masaya ‘kons’ isteyip istemediğini sordu.
“Hayır” anlamında elini kaldırdı Serdar. Yanından geçmekte olan garsona bir duble rakı ve yanında beyaz peynirle leblebi sipariş etti. İçkisini yudumlarken düşüncelere daldı. Tahkikata başladığından beri yaptığı görüşmelerde umduğunu bulamamanın sıkıntısını, bir arpa boyu ilerleyememenin tatminsizliğini yaşıyordu.
Yaptığı görüşmeler yeni bir yol açmamış, suçlamaları destekleyen bir kanaat uyandırmak için bile yetersiz kalmıştı. Şef’in dediği gibi, havanda su dövmüştü.
Aslında, en önemli randevusu ertelenmişti. Dosyadaki iki ana figürden biri olan Şule, kızı Gizem’le birlikte İstanbul’a gelmiş, ancak Serdar’ın görüşme talebini doktor randevusunu gerekçe göstererek ertelemişti.
Şihan’ın gözdelerinden biri olan Şule’nin olaylarla ilgili anlattıklarının bir bölümü hayli sarsıcıydı. Serdar, tarikat olayını gündeme getiren bu kadının ifadesini defalarca okumuştu. Şule K. bu meseleyi epeyce araştırmış ve Şihan’ın Japonya ve Moskova’daki bağlantılarını bulup ortaya çıkarmıştı, ancak onun ifadesini alan Malî Şube’deki komiser, ya işi savsaklamış ya da söylenenleri hiç anlamamıştı.
Kızının hikâyesi daha ilginçti; Serdar herkesten daha önce onunla görüşüp sorgulamak istemişti, çünkü Şube’dekiler onun ifadesini dahi almamışlar, annesinin beyanlarıyla yetinmişlerdi. Hiç kimse suç dosyasındaki en önemli tanığın bu genç kız olduğuna uyanamamıştı.
Gecikmiş olan Serdar da şimdi kendine kızıyordu. Hipnoz konusuna takılıp kalmış ve reşit olmayan Gizem’e cinsel saldırı suçunun üzerine gitmemişti. Dosyadaki ifadelere göre, Anton’un Gizem’e kafayı takıp ona ilk kez tecavüz etmesinin üzerinden bir yıl geçmişti ve kızcağız derdini kimselere açamamıştı.
Aklından bütün bunlar geçip de pişmanlıklar ruhunu sardığı sırada, üzerinde pırıltılı bir elbiseyle Nurcihan sahneye çıktı. Salon zaten hıncahınç erkeklerle dolmuştu. Assolist, önce Bergen, sonra da Orhan Baba’dan birer kült şarkı patlatınca ortalık duman oldu. Sis makineleri çalıştı, konsomatrisler yanardönerli ışıkların altındaki metal piste doğru çekerek kerizleri dansa kaldırdılar.
Sahneden doğru gözlerini kısarak seyircinin arasında Serdar’ı kesen Nurcihan ona canlı bir öpücük yolladı. “Oldu bu iş” diye böbürlendi Serdar.
Tam o anda, cebindeki telefonu titreşince çıkartıp göz attı. Şef arıyordu. Açmadan önce biraz düşündü. Önemli bir hadise olmuştu, evet, yoksa gecenin bir vakti telefon etmezdi Şef. Telefonu açıp kulağına götürürken salondan dışarıya fırladı. Sokağa kadar çıktı. “Efendim, Şef?” dedi.
“Mühim vukuat var, Serdar. Müsait misin?”
“Ehh, pek sayılmam, ama dinlemedeyim şefim, sen söyle, yapılması gerekeni yaparım.”
“Senin dosya muhtevasındaki biri öldürülmüş az önce. Esasında, ölmüş mü öldürülmüş mü bilememişler, lakin ben biliyorum.”
“Nasıl yani? N-nerede olmuş?”
“Gayrettepe’de bir otel odasında… Kız daha on yedi yaşında. Kendini görmedik, fakat kimliğini biliyoruz.”
Yaşını duyunca, Serdar da kimin öldürüldüğünü anladı. “Şule’nin kızı mı?” diye sordu.
“İyi bildin. Az önce annesi bulmuş cesedini. Kadın ‘Polis İmdat’ servisini aradıktan hemen sonra bayılıp hastaneye kaldırılmış.”
Sızlayan yaralarına aldırış bile etmeden eliyle alnına vurdu. “Eyvah!” dedi Serdar çığlık atar gibi. “Hemen oraya gidiyorum. Başka bilgi var mı?”
“Az önce sana bir hususu izah etmeye çalıştım, evlât, cinayet olup olmadığını anlayamamışlar dedim ya…”
“Evet, ne-neymiş şefim?”
“Kızın göğsünde yılan ısırığına benzer iki minik delik varmış, Serdar…”
|